Sıcak, güneşli bir sonbahar günüydü. Şile’deki yazlık evimizden çıktığımızda öğlen saat 12:00 ye geliyordu.
Apartmanın önündeki küçük bahçeye alt kattaki komşunun ektiği domateslerin az öce sulanmış toprakla birleşen kokusu öylesine hoştu ki, uzanıp koparmamak için eşimle kendimizi zor tuttuk.
Genelde Pazar günleri dönüş yolu çok kalabalık olduğundan erken çıkmayı tercih ediyorduk. Yine de Bakırköy’deki evimize arabamızla gelmemiz öğleden sonra saat 2:00 yi bulmuştu. 100 Km lik mesafeyi yaklaşık 2 saatte gelmek İstanbul için alışılmış bir durumdu. Ve yol boyunca aklımız o domateslerde kalmıştı.
Bir saat kadar sonra matbaacı arkadaşım Özcan aradı. “ Abi, ben ofisteyim müsaitsen gel, şu sizin kataloğu birlikte çalışalım”. dedi, Ben de, “ Tamam , geliyorum… “ deyip, sözleştik. Özcan’ın işyeri Kadıköy’dedi.
Eşim de tanıştığı için, ona da teklif ettim. Ve birlikte Bakırköy’den Kadıköy’deki Özcan’ın ofisine gittik. Bu kez 30 Km’lik yolu 1 saatte kat ettik. Ofis’te bizden başka birkaç çalışan daha vardı. Hoş geldin muhabbetinin ardından çalışmaya başlamamız saat 4:00 ü bulmuştu. Bilgisayar başında Özcan’la ben sayfa düzenlemelerini çalışırken, eşimde bir köşe de dergi okuyordu.
Uzunca bir süre böyle çalışmaya dalmıştık ki, akşam saat 8:00 sularında Özcan’ın telefonu çaldı. Özcan, telefondaki kişiye ofiste çalıştığını ve kendisini beklediğini söyledi.
Bir saat kadar sonra beklenen misafir, kayın biraderi ofise geldi. Elinde bir poşet vardı. Poşeti çalışma masasının üstüne koyup, şöyle dedi.
“Şile’den geliyorum. Bahçeden topladım. Size domates getirdim.”
Eşimle göz göze gelip, bakakaldık…